Günümüzde her Ramazan’ın klasik gündem konusudur: “Sakız orucu bozar mı?” Peki, tarihte, özellikle de Osmanlı döneminde bu tür sorular soruluyor muydu? Eğer soruluyorsa, kimler tarafından nasıl cevaplandırılıyordu? Gelin, bu sorularla birlikte Osmanlı Devleti’nin ilmiye teşkilatında önemli bir yer tutan ve Şeyhülislamlığın kaldırılmasıyla tarihe karışan fetva müessesesine daha yakından bakalım.
Ülkemizde son yıllarda sıkça gündem olmuş bir meseledir “Sakız orucu bozar mı” benzeri soruların her Ramazan tekrar tekrar sorulması hadisesi. Hâlbuki İslam’da fetva müessesesi dinamikliğiyle, insan var oldukça güncelliğini yitirmeyecek olan sorulara konunun uzmanı ilim adamları tarafından cevaplar verilmesiyle öne çıkar.
Aynı soruların sürekli sorulması hatta birbirinden “ilginç” soruların sorulması, işin doğasından kaynaklanan hadiselerdir. Çünkü bir Müslüman, gerçekleştireceği fiilin dini hükmünü bilmekle yükümlüdür. Hz. Peygamber’in vefatından sonra teşekkül eden fıkıh disiplini de Müslümanların fiillerinin, Hak-Teâlâ’nın rızasına uygun olup olmadığını “Allah en doğrusunu bilendir” diyerek ihtiyatlı bir çabayla belirlemeyi amaçlar. Kısacası, asıl tuhaf olan, insanların dini konularda sorular sorması değil bu soruların küçümsenmesi ve sürekli olumsuz bir çerçevede gündeme getirilmesidir.
Peki, tarihte, özellikle de Osmanlı döneminde bu tür sorular soruluyor muydu? Eğer soruluyorsa, kimler tarafından nasıl cevaplandırılıyordu? Gelin, bu sorularla birlikte Osmanlı Devleti’nin ilmiye teşkilatında önemli bir yer tutan ve Şeyhülislamlığın kaldırılmasıyla tarihe karışan fetva müessesesine daha yakından bakalım.
14. yüzyılın başında Batı Anadolu’da bir uç beyliği olarak tarih sahnesine çıkan Osmanlı, kurulduğu günden itibaren meşruiyetini İslâm’dan almaktaydı. Devletin kurucusu Osman Bey’in kayınpederi Şeyh Edebali’yi fetva işlerinden sorumlu tuttuğu, Edebali’nin vefatı üzerine Dursun Fakih’in bu işle görevlendirildiği bilinmektedir.
Gaza ve cihat anlayışıyla genişleyen, İstanbul’un fethiyle de cihanşümul bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı’da, ilk dönemlerde daha düzensiz olan fetva ve şer’i yargı müessesesi zamanla kurumsallaşarak Şeyhülislamlık çatısı altında örgütlenmişti. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesinin ardından kurduğu Sahn-ı Seman medreseleri ve ünlü kanunnamesiyle düzenlediği İlmiye teşkilatı, eğitim ve yargı işlerini bürokratik bir düzene oturttuğu gibi fetva mekanizmasını da daha kurumsal bir yapıya kavuşturdu.
Osmanlı’da ilmiye teşkilatının başında bulunan Şeyhülislam, aslında devletin en yetkili fetva makamıydı. “Müftü” kelimesi fetva veren kişi anlamına geldiği gibi, en küçük idari birimde fetva yetkisine sahip kişilere de müftü denirdi. Bu bağlamda, Şeyhülislam tüm müftülerin başı konumundaydı. Zamanla Şeyhülislamlığın genişleyen yetki alanı, fetva konusunun daha sistemli yürütülmesini zorunlu kıldı ve bu doğrultuda fetva işleri fetva emininin başkanlığındaki fetva kalemi bünyesinde örgütlendi.
Zenbilli Ali Efendi’yi fetva verirken gösteren bir minyatür.
Osmanlı’da Şeyhülislamlığa bağlı olan fetva kaleminin başında fetva emini bulunurdu. Daire müsevvid, mübeyyiz, kâtip, mühürdar ve müvezzi ismindeki görevlilerden oluşmaktaydı. Fetva dairesine gelen bir soru ilk olarak müsevvid tarafından fetva formunda tekrar yazılır ve temize çekilmesi için mübeyyize havale edilirdi. Mübeyyiz tarafından temize çekilen sual Şeyhülislama ulaştırılırdı. Soruyu soran kişinin ismi gizli kalır, isimler erkekler için Zeyd, Amr kadınlar için Zeynep, Hind şeklinde kodlanırdı.
Mesele Şeyhülislam tarafından incelendikten sonra üzerine el yazısı ile “vardır/yoktur”, “olur, olmaz” ya da “caizdir, caiz değildir” gibi kısa bir cevap yazılarak imzalanır ve fetva odasına iade edilirdi. Bu noktada soru ve cevap özel bir deftere kaydedilirdi. Son aşamada ise müvezzi denilen memur cevabı sual sahibine teslim ederdi. Fetvalarda eğer sözlü cevap talep edilmişse fetva odasından sözlü cevap verilir, soru dilekçe ile iletilmişse cevap aynı dilekçenin üzerine yazılarak verilirdi. İşlemler ortalama bir hafta içerisinde tamamlanmaktaydı.
Fetva işlerinin sayıca az olduğu devletin ilk dönemlerinde cevaplar bizzat Şeyhülislam tarafından verilirken zamanla artan yoğunluk pratik çözümlerin doğmasını sağlamıştı. Fetva taleplerinin sayıca fazlalaştığı devletin son dönemlerinde Hanefi fıkhında derin bilgi sahibi olan fetvahanede görevli fakihler tarafından verilen cevaplar yalnızca tasdik için Şeyhülislam’a gönderilmekteydi. Bu aşamadaki iş yoğunluğunu azaltmak için ise renkli torba sistemi uygulanmaktaydı. Fetva odasında cevabı verilen fetvalar Şeyhülislama sunulurken olumlu cevaplar yeşil torbaya olumsuzlar ise pembe torbaya konulmuş ve bu sayede işlerin hızlandırılması amaçlanmıştır.
Şeyhülislamlar 1826’da Süleymaniye Ağa Kapısı’nda kendilerine sabit bir mekân tahsis edilinceye kadar devlet işlerini kendi konaklarının selamlık kısmında yürütmüşlerdir. Fatih Sultan Mehmed’in saltanatının ilk yıllarında dünyaya gelen ve II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatlarında müftülük ve Şeyhülislamlık görevlerinde bulunan meşhur Cemâlî Ali Efendi de fetva işlerinin hızlı yürümesi için evinin camından sarkıttığı zenbiline konulan soruları yukarı çekerek fetva vermiş ve bu sayede kendisine “Zenbilli” lakabı verilmiştir.
Osmanlı Devleti gelişmiş bürokratik yapısıyla 600 yıl ayakta durarak dünya tarihinin en uzun ömürlü devletlerinden biri olmuştur. Devletin arşiv konusundaki titizliği uzun ömürlü olmasının en önemli nedenlerindendir. Fetva dilekçesinin, üzerine yazılan cevap ile iade edilmesinin yanında tüm fetvaların ayrıca defterlere kaydedilmesi ve yıllarca saklanması da bu titizliği göstermektedir. Bugün hem Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivleri’nde hem de çeşitli kütüphanelerde Şeyhülislam fetvalarından sayısız örnekler bulunmaktadır.
1800-1812 yılları arasında üç defa Meşihat makamında bulunan Ömer Hulusi Efendi’nin fetvalarından birkaç örneğe yer vererek fetva meselesinin Osmanlı toplumunda nasıl hayati bir yer tuttuğunu göstermeye çalışalım. Örneğin bir sualde bir İslâm beldesinde harap olan bir kilisenin aslına uygun biçimde tamir edilip edilemeyeceği sorulmuş, Şeyhülislam kilisenin tamir edilebileceği cevabını vermiştir. Fetva özelinde Osmanlı’nın ve Müslümanların modernite öncesinde Batı toplumlarında görülmesi pek mümkün olmayan öteki ile kurulan sağlıklı ilişkinin bir tezahürü görülmektedir.
Bir başka fetva örneği ise günümüzde sıkça ihlal edilen bir hakla alakalıdır. Dilekçede “Zeyd menzilinde cârı Amr’ın menzilinin penceresine karşı mürtefi bina ihdas etmekle Amr’ın menzili ziyade karanlık olup zarar-ı beyyini olsa Amr zararını Zeyd’e def ettirmeğe kadir olur mu?” diye sorulmuştur. Yani yaptığı yüksek bina sebebiyle komşusunun evini karanlıkta bırakan kişinin verdiği zararı karşılamakla yükümlü olup olmayacağı merak edilmektedir. Ömer Hulusi Efendi bu suali “El-cevâb: Allahu a’lem “olur” diye cevaplamıştır. Bu fetva ile de yüksek binaların hoyratça, hak tanımadan gökyüzünü istila ettiği devirlerden çok önce İslâm’ın meseleye komşuluk hakkı temelindeki incelikli bakışı görülmektedir.
Belirttiğimiz gibi bize “ilginç” gelen soruların soruluyor olması doğal bir hadisedir. Osmanlı’da da sıkça örneğine rastlanan bu sorulardan Kanuni döneminin meşhur Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’nin fetvalarına yansıyan birkaçı şöyledir:
“Pırasa demekle maruf [bilinen] nesneyi yemek helâl olur mu?” “Elcevap: Olur, mescide varmayacak.”
“Adam etinden olan mumyanın bey’i [satın alınması] câiz olur mu?” “Elcevap: Olmaz” (Burada muhtemelen tıbbi amaçlarla mumyalanmış insan cesedinin alınıp satılmasının hükmü sorulmaktadır.)
“Pekmezin şerbetine toprak katıp kaynatsalar şer’an helâl olur mu?” “Elcevap: Şer’îdir, hem öyle olmayınca pekmez olmaz.”
“Kına ve mazı ile sakalını boyayan Zeyd’e şer’an ne lazım olur?” “Elcevap: Kendi bilir.”
Osmanlı bürokrasisinin etkin kurumlarından olan fetva eminliği faaliyetlerini devletin son günlerine kadar sürdürmüştür. Payitaht olan İstanbul’da Şeyhülislamlık makamında yürütülen fetva faaliyetleri taşrada müftüler aracılığıyla sürdürülmüş, bu sayede İmparatorluk genelinde her daim canlı, dönemin güncel problemlerine pratik çözümler sunan bir fıkhi danışma mekanizması oluşturulmuştur. Bu yapı sayesinde Osmanlı toplumunun farklı bölgelerinde yaşayan Müslümanlar, karşılaştıkları dini ve hukuki meselelerde merkezi ilmî otoriteye bağlı kalarak güvenilir fetvalar alabilmişlerdir.
Osmanlı sonrası dönemde, önce Şer’iye ve Evkaf Vekâleti, ardından Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde fetva faaliyetleri devam etmiştir.
Ancak erken Cumhuriyet yıllarında dini alanın baskılanması ve sonrasında yaşanan büyük toplumsal dönüşümler ve konuyla alakalı yayılan cahilane söylemler bu müessesenin hem kurumsal sürekliliğini hem de toplumsal itibarını zayıflatmaya çalışmıştır. Buna rağmen, Müslümanlar dini hükümleri önemsemeye devam edip fıkıhta derinleşen âlimler yetiştikçe fetva müessesesi de varlığını sürdürecek ve kaybedilenler zamanla yeniden kazanılacaktır.