enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
38,1008
EURO
43,4851
ALTIN
4.076,20
BIST
9.317,24
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Pazar Açık
23°C
Pazartesi Çok Bulutlu
19°C
Salı Çok Bulutlu
17°C
Çarşamba Çok Bulutlu
17°C

Ramazan Mektupları VII: Kalbe dönüş azığı

Kalkmalı, seyretmeli kendini vahdet aynasında; suret tek ve mâna tek. Güzel bir karşılaşmaya sahip çıkmalı sonra. Bir vesileyle perdesi aralanan hakikatten artık yüz çevirmemeli… Tuba Kaplan & Dürdane İsrâ Çınar sahura doğru devam eden Ramazan Sohbetleri’nde bu kez; işgal, Yahudileşme temayülü ve işgalin karakterimizle ilintisi üzerine düşünürken kendi dönüşüm hikâyelerine de kapı aralıyorlar.

Ramazan Mektupları VII: Kalbe dönüş azığı
REKLAM ALANI
22.03.2025 14:00
1
A+
A-
Tuba Kaplan:

Öğrenciyken etkilendiğim bir kitap vardı: Şairin Filistini, Edward Said’in önsözüyle çıkmıştı. İsrail Ramazan’da sahura karşı “ateşkesi” bozdu ve bir gecede 404 insanı şehit etti. Burada kelimeye dikkat çekiyorum CNN ya da BBC gibi kafirce bir dil kullanıp “öldürdü”, “çatışma”, “savaş” demiyorum. Katliam ve soykırım diyorum. Kafirce bir dile karşı Türkçe konuşuyorum. Şairin Filistini’inde “Diriler yaşlanırlar fakat şehitler gençleşirler” diye bir ifade vardı. Şeyh Ahmet Yasin şehit olduğunda Filistin soykırımından çoğu insan habersizdi, sessizdi şehidin tanıklığı. Ama İsmail Haniye şehit olunca basına düşen fotoğraflarında Ahmet Yasin’leydi Haniye. İşte “terörist” diye yaftalanan bu isimlere Allah, izzeti nasip etti. Genç hatırlanıp unutulmadılar… Ruhumuz ve bedenimizde, özellikle zihnimizdeki işgal ve Yahudileşme temayüllerinden bahsedelim istiyorum. Kur’anda Yahudileşmeye karşı ciddi ikazlar var, ürperdiğim, korktuğum bir mesele bu. Başkalarına karşı tutumumuz işgale, Allah’a karşı eşkâlimiz Yahudileşmeye dönüyorsa, ya dönüyorsa Dürdane?
YAZI ARASI REKLAM ALANI
Dürdane İsra:

İşgal ve eşkâl… Yan yana gelince bu iki kelime, uzun uzun düşündürdü beni. Temelde bir şeyle uğraşma oyalanma anlamında Arapça “şegale” kökünden türüyor işgal sözcüğü. Bir uğraşın bir tahakküme dönmesi, o şeyle haddinden fazla meşgul olmaktan ileri geliyor: Bir varlıkla, bir insanla, bir milletle haddinden fazla uğraşmak. Onun varlık sahasını daraltmak, yok etmek. Geçmişten beri İsrail’in kademe kademe yuttuğu topraklar ve bugün bir lokma yiyemeden şehadet şerbeti tadan, sahur gecesi zaten bir harabeye dönmüş vatanlarında katledilen Filistinliler… İşte insanın eşkâli de böyle beliriyor demek hem insan nazarında hem Allah nazarında. Uğraşı ve haddi insanın eşkâlini veriyor. Cismin, şeklin azgınlaşıp kuvvetlendikçe mânân zayıflıyor. Şebusteri, Gülşen-i Râz’da şöyle diyordu: “Dikkat et, bak! Cisimle can arasında ne fark var? Bunu batı saysan öbürü doğuya benzer.” Biz de düşünelim şimdi, neyle meşgulüz, neyle mukayyetiz? Kendimizin garbında ve şarkında, cisminde ve canında hududu aşan ne var?
Tuba Kaplan:

“Allah’a verdikleri ahiti çiğnemek ve Kur’an’ın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak…” Haddin senin eşkâlin dedin ya haddi ve sınırı bilmek… Had hdd kökünden, keskin kenar, sınır anlamında. İki şeyin arasına engel koymak, fıkıhta Hududullah. Kur’an’da, Allah’ın hükümlerini, sınırlarını tanımak olarak geçiyor. Bugün haddini bilmeyen hudut da tanımıyor elbette. Kendilerini Kızıl denizi yarıp Firavun’un zulmünden kurtaran Allah yerine buzağıya tapan, kendilerine vaat edilen kutsal topraklara girmeyi reddeden, Allah’ın ikazını birçok kereler yok sayan ve haddi aşan bir kavimden bahsediyoruz. Kendi kovulmuş ve sürgünlüğünü ötekine dayatan bir millet. Neden 700’den fazla ayette Yahudilerin tavır ve tutumları geçiyor. Bu neden bize anlatılıyor? Yahudileşme bireysel eğilimlerle de ilintili çünkü. Had ve hududumu ne belirliyor? Elimin altındakilere; anneliğim ya da mevkimle, evde ya da sokakta, duygusal ilişkimde; hangi hududu çiğniyor, kimi nasıl manipüle ediyor, varlığımı kime dayatıyor, adım adım neyi işgal ediyorum? Hakikate bakışımda ihlal, haddi aşma, itiraz var mı? Ahdi çiğniyor, iman ettikten sonra Allah’ın hükümlerini bırakıyor, ayıklayıcı ve kuşkucu bir zihinle, kendi doğrularımla mı bir yer işgal ediyorum haritamda?
Dürdane İsra:

Tüm bu saydıkların, bir kavmin ruh haritası değil tek başına, Kur’an geçmişte var olmuş, gelecekte de var olacak bir insan tipinin ruh haritasını veriyor bize. Semavî dinlerin bugüne ulaşmış hâlleriyle özlerini bir düşünelim: İslamiyet’in özü, kelime-i şehadet. Yani vahdet ve tanıklık. Tanıklığın getirdiği her şey: Tevazuyla inanmak, tevazuyla yaşamak ve gerektiğinde zulme karşı malın ve canınla seferber olup daha büyük bir tanıklığa, şehadete ermek… Hristiyanlık; bildiğimiz gibi, teslis, yani üçleme. Baba; Cezalandıran, yalnız bırakan bir Tanrı. Oğul; kişileştirilmiş bir Rab. Üçüncüsü ise Kutsal Ruh; bakire, dişil sezgi. Aslında bugün sekülerizmi oluşturan koşulların da özü bunlar. İslam, sekülerize edilemiyor çünkü itikaden parçalanmamış. Şekli ve özü ayrışmamış. Canı bedeninde, diri bir din. Yahudiliğe gelirsek, o da İslamiyet gibi tek bir öz üzerine, fakat o öz bambaşka. Yahudi şeriatı, İslam’daki vahdet ve tanıklığın yani birlik ve tevazunun aksine üstüncülük merkezli. Bir soy üstünlüğü. Üstünlük duygusu kaçınılmaz olarak işgal başlatıyor. Kendinle meşguliyette haddi aşmak demiştik… Tam da o. Vahye tanıklığını bir üstünlüğe dönüştürdüğü için bugün bunca zulmü kendine hak görebiliyor İsrail. Ve tanıklığını manevi bir öz hüviyetinde yaşayıp tevazuyla şehadete varan her Filistinli o azgın eşkâlin tezatı.
Tuba Kaplan:

Tam burada Muhammed (sav)’in kurduğu tevhit inşasında daima hatırlattığı şey “ben de sizin gibi Kureyşli kuru et yiyen birinin oğluyum”, “Muhammed sizin arkadaşınız” olmuştur. Üstencilik varsa adalet yoktur. Bakışlar Rahmaniliği kuşanacak ki adaletin tecellisi yeryüzünde mümkün olsun. Peygamberin içimizden biri olması, bize denk olması, kulluğu araması tevhidin fetih tanıklığına şahit kılıyor bizi. Onun yaydığı din anlayışı ruhlarda yer ediyor, mânâyı genişletiyor, ufku açıyor. İşgal ve fetih arasındaki fark bu. Biri haset, yok edici, örtük ve sınırsız dayatma diğeri tezatı. Hâlbuki hakiki bir tanıma, diğerini aynı kılmak veya onu işgal etmek veya yutmak arzusuyla değil tam aksine bir köprü, bir bağ kurma saikiyle var. Sağlıklı ilişki bu şekilde olur. İslam ümmeti kalbi bağlar kurmuştur, çoğalmıştır bu sebeple.
Dürdane İsra:

Muhammedî ahlak… Kalplerin fethi onunla mümkün sahiden. Bir kalbi olduğunu hatırlaması insanın, kendinde vehmettiği her şeyin geçici ama kendinin fevkinde iman ettiği asıl hakikatin kalıcı olduğunu hatırlamasıyla mümkün galiba. Peygamberimizin bir duası var. Ravisinin Hz. Ömer olduğu aktarılır. O duada bir cümle özellikle tesir eder bana: “Ya Rabbi, bizi tercih et, başkalarını bize tercih etme.” Ürpermiştim bunu ilk okuduğumda… Çünkü dünya ve insanlık tarihi Tanrısal ışığın; hikmetin, lütfun, ilerlemenin, adaletin adeta el değiştirir gibi bir topluluktan alınıp ötekine verildiğine şahit olmuştur hep. Peygamberimizin duada sakındığı şey bu özde… Gün gelir inandığımızın bizi yalanladığı olur, hakiki olan bizde taklidi kalır, hikmetin kıymetini bilmediğimiz, sorumluluğunu almadığımız için mana delinmiş bir kaptan sızan süt gibi damla damla yiter ve geriye kupkuru taassup kalır. İşte İsrail; anlamı yitmiş, dibi delinmiş, kupkuru azgın bir taassup. Ve Filistin… Adeta sütten bir ırmak… Hepimizin hakikate dair susuzluğunu kendi kanı pahasına gideren bir ırmak bugün Filistin. Sahi, sende neyi hangi ölü yanı diriltti, yarasından kan değil süt sızan bu cennet ırmağı?
Tuba Kaplan:

Hakikat neden tek başına, ben bu yolda ne yapıyorum diye zihni çalkantılar içerisindeydim. Kalbimde bir çöl genişliği, suyu biliyorum tanıyorum ama seraptan da öteye gitmiyor. Dağıldım. Peygamberin vahyi karşılayışı şüphe uyandırmıştı bende, elmaya uzandım, ben o zaman cennetten kovuldum işte. Kendi yolumu aramak için kendi cehennemime sürüldüm, büzüşmüştüm. Örtük, hakikatsiz, soluksuz kaldım. Sürgündü benimki hicret sonradan gelecekti. Uykusuz geceler ve arayış… Evsizlere çorba dağıtan ve eşi olmayan, üç çocuğuna bir başına bakan bir teyzeyle tanıştım. Şaşırdım. Kendinden uzaklaşarak başkasına yardım ediyor. Hani Hz. Musa cinayet işliyor da suyun yanında kızlara yardım edince, yani ayağa kalkınca Allah’ın yardımı geliyor ya kendisine, teyze bilgece dedi ki: “Düşündüm, ben başkalarının çocuklarına yardım edersem Allah da benim çocuklarıma eder.” Ürpermiştim. O zaman idrakim Allah’ın lütfuyla tekrar açıldı. Dedim ki; bazımız bazılarımızdan üstün, bu teyze benden üstün. Peygamber bazı hasletleriyle üstün, o iyi bir ahlak sahibi. İman ettim. Susuzluğum oradan başladı kırılmaya. Su içinde suyu buldum… Mevlâna’nın deyişi gibi. Peki ya sen?
Dürdane İsrâ:

O kadar zihin, o kadar akıl kesilmiştim ki. Her şeyi onlarla kavrayacağım, onlarla izah edeceğim zannediyordum… Bir tutulma, seneler süren bir kabz hâliymiş aslında yaşadığım. Nihayet nurdan bir parmağın ayı ortadan ikiye ayırması gibi ben de yarılıp çatlayarak, bir doğumla açtım gözümü. Fâniliği sadece ölümle değil doğumla da anlıyor insan. Bir oğlum oldu. Onun karnı doydukça, benim dallarımdan adeta suyum çekiliyor, madden değil manen aç, ruhen susuz hissediyordum. Zihnin buyrukları, bedenin iştahlarıdır diyor Spinoza. Bedenim kendini dayattıkça zihnime daha zorlu daha derin hedefler vermek arzusuyla sanki bir denge, bir ahenk arıyordum. Bir gece onu kucağımda uyutuyorken önüme art arda Filistin’de şehit olan bebek fotoğrafları düştü. Özellikle bir bebeğin kundağı sanki oğlumunkiyle aynıydı. Mahvoldum, bir cenin gibi büküldüm olduğum yerde. Ve rahmetli Ayse Şasa’nın ayna önüne geçip, “ben başına bomba yiyenlerle aynı saftayım” dediğini hatırladım. Bir kuvvet, aynı manevi aynanın nazarında beni bana gösterdi sanki. Başıma, bir daha çıkarmamak üzere, beyaz bir örtü örttüm. Safım, süt gibi pak olanların, toprakları kendilerine ana sütü gibi helal olanların safından olsun diye. O gün bugündür Filistin, benim süt annem. Acıyla idrak ettiği o hakikatten ikram etti bana, büyüttü, bir mesuliyet verdi. Mesuliyet… Kucakladığımız an, altında ezile ezile insanlaştığımız o cevher. Kalbe dönerken tattığımız azıklar içinde bu manevi sütün tadı damağımda…

Tuba Kaplan: Allah için teninden, kendinden vermek üzerine düşünüyor bir karara varmak için zorlanıyordum ben de. Ayşe Şasa o günleri için; “Hastalığımın nedeni vahiyden uzak yaşamış olmak.” diyor. Hak ve Batıl bende keskin ayrılıyor, bakışım keskinleşiyor, vahyin tanıklığı Filistinlilerle her gün şah damarıma vuruyordu. Hâlâ takatim yoktu ki sabah uyandım bir son dakika ile İsmail Haniye’nin şehadetine tanık oldum. Kalk bir şeyler yap, Yasin filan oku derken kendime telaşla, durakladım ve acı acı gülümsedim. Ölü olan sensin Tuba, onlar şehid dedim, sen kendi ölü toprağını dağıt. Canları ve mallarıyla Allah için kendilerini veren Filistinliler karşısında tenim, bedenim ve saçlarım, küçüldük. Kalktım ve karar vermiştim artık. Başıma bir örtü aldım ve dışarı çıktım. Yasin. Velkuranil hakîm.

REKLAM ALANI
ETİKETLER: , , , ,
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.